12 Kasım 2017 Pazar

Merhaba Hayat!

        Selam olsun sizlere güneş kadar parlak dostlarım...
       Uzun zamandır bir araya gelemiyoruz ve bu beni çok üzüyor. Her insanın pençesine düştüğü erteleme hastalığına ben de yakalandım galiba. Sürekli yazmayı erteledim, fakat nereye kadar? Sonuçta insan kendinden sonsuza kadar kaçamaz, yazmak da benim bir parçam olduğu için, sonunda bir gece kıskıvrak yakalayıverdi beni.
       Hayatta ne kadar çok şeyi erteliyoruz, değil mi dostlarım? Günlük işlerimiz, sorumluluklarımız, görevlerimiz... Sonra yaparım, yarın yaparım derken, yapacak zaman kalmıyor ve bazen “ sorumsuz “ etiketi, bazen “ tembel “ etiketi hiç istemeyeceğimiz bir şekilde yapışıveriyor yakamıza.
       Mezarlıkları bilirsiniz. Dünyadaki en kasvetli, en ürkütücü ortamlardır. Çoğu kişi korkar mezarlıklardan. Peki neden? Çoktan ölüp toprağa karışmış, böceklere yem olmuş insanlardan mı korkuyoruz? Bir ölünün mezardan çıkıp peşimizden koşmaya başlamasından mı korkuyoruz?
       Bu soruyu çok düşündüm ve sonunda, birkaç hafta önce bir mezarlık ziyareti yaptığımda anladım cevabı. Bir gün, bizim de oraya ait olacağımızı hatırlatıyor bize mezarlıklar. Hiç kimse, bir gün her şeyin sona ereceğini düşünmekten hoşlanmıyor.
       Mezarlıklar da yalnızca yaşam vadesi dolmuş insanlar yoktur aslında, ertelenmiş işler, gerçekleştirilememiş hayaller ve yarım kalan görevler vardır. Orada yatan insanların çoğu, ölüm anına kadar hiç ölmeyeceğini sanarak yaşamıştır. Nasıl olsa daha çok vaktim var diyerek her şeyi ertelemiştir. Ve en sonunda ölüm anı geldiğinde, arkasında tamamlanmamış işler ve solmuş hayaller bırakarak gitmiştir.
       En son ne zaman bir şeyi ertelemeden yaptınız? En son ne zaman yalnızca şu anda yaşadığınızın farkına vardınız? Ertelemeden yapmak derken, yalnızca bir sorumluluğumuzu yapılması gereken  zamanda yapmaktan falan bahsetmiyorum tabii. Farkında olmadan sevmeyi erteliyor da olabiliriz. Umut etmeyi, hayal kurmayı, mutlu olmayı... Bazen yaşamayı erteliyoruz dostlarım.
       Peki, bir soru daha, en son ne zaman değer verdiğiniz birine karşı sevginizi dile getirdiniz? Ne zaman birinin yüzünü güldürdünüz? Ne zaman bir insanı mutlu ettiniz? Peki, ne zaman kendinize pozitif düşünme izni verdiniz? Bu sorulara hiçbir zaman cevabı veren o kadar çok insan var ki... İnsanlık adına, çok üzücü bir durum değil mi bu sizce de? Bize mutluluk veren şeyleri farkında olmadan ertelemeye başladığımız gün, ölmeye başlıyoruz. Hayata neden geldik, sevgili dostlarım? Sürekli umutsuzluk batağında boğulmak için mi? Sürekli, mutlu olmayı ertelemek için mi? Bu kadar amaçsız mı bu dünya?
        Bakın, konu yine nereden nereye geliverdi. Konudan konuya atlama konusunda ciddi bir sıkıntım var sanırım, affınıza sığınıyorum lakin hayatta bahsedilecek, yazılacak öyle çok önemli konu var ki... Önemli olan benim yazmam falan değil zaten, tüm insanlık adına bizi mutlu edecek her şeyi uygulamamız.
       Şimdi, bu ne biçim bir cümle diyebilirsiniz. “ Bizi mutlu edecek her şeyi uygulamamız. “ Eh, ilk bakıldığında gerçekten mantıksız görünüyor. Sonuçta, kötülük yapmaktan hoşlanan bir kişi bu tavsiyeyi uygulasa dünya berbat bir hale gelir. Fakat bir düşünsenize, Yaradan hangimizi kötü yaratmış ki? Her insanın fıtratında iyi olmak var, sonradan bozuyoruz kendimizi. Özümüze dönsek, her şey düzelir aslında. Belki fazlasıyla iyimser bir yaklaşım gibi görünebilir ama, hayat zaten iyimserlikler üzerine kurulu.
       Çoğu psikologun sıklıkla tekrarladığı bir şey var, “ Hayata hangi pencereden bakarsanız öyle yaşarsınız. “ Bu söze pek katılmıyorum. Çok iyi insanların başına sürekli kötü şeyler gelebiliyor sonuçta. Bu söze katılmıyorum, fakat  bu sözde çok haklı bir taraf var. Hayata hangi pencereden bakarsak öyle yaşamayız belki ama, hayata hangi pencereden bakarsak öyle hissederiz ve hayat hissettiklerimiz kadardır.
        Neden biraz iyi hissedip, hayat sınırlarınızı aşmıyorsunuz sevgili dostlarım?

     Bir sonraki yazıya kadar sevgi, umut ve mutlulukla kalın... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder