3 Aralık 2016 Cumartesi

Kalbimizdeki İlkbahar

Selam olsun sizlere ilkbahar kadar canlı dostlarım...

          Havalar iyice soğudu. Dışarı kolay çıkılmıyor artık. Dünya yine sıradan döngüsünü  tamamlıyor işte; ilkbahar, yaz, sonbahar, kış. 
             Yazının başlangıcında ilkbahardan bahsedince şaşırmış olabilirsiniz. Mevsimleri karıştırdığımı sanmışsınızdır belki. Ama mevsimleri karıştırmadım sevgili dostlar, merak etmeyin. Bugün sizlere bahsedeceğim bedenimizle yaşadığımız somut mevsim değil, kalbimizde yaşadığımız soyut mevsim. 
           Dedim ya, havalar iyice soğudu. İnce kıyafetlerle dışarı çıkınca üşüyoruz artık. Ama burada üşümek eylemini gerçekleştiren kim? Bedenimiz. Bedenimiz, ruhumuzu çevreleyen boş bir kalıptan ibaret. Önemli olan ruhumuz ve kalbimiz.
          Hava çok soğukken bile kalbiniz sıcacık olabilir, işte siz o zaman görün üşüyor musunuz, üşümüyor musunuz. Önemli olan dünyanın nasıl bir mevsim geçirdiği değil, sizin kalbinizdeki mevsim. 
          Bazen yazın bir titreme gelir mesela. Hiç düşündünüz mü, nedendir bu? Hava çok sıcak olsa bile kalbiniz üşüyordur o sırada mesela. Kalbinizle dayandığınız dağlara kar yağmıştır belki. Bazen de kışın terler, üşüyen diğer insanları şaşırtırız. O an, kalbimiz sevginin ve güvenin ateşiyle sıcacık olmuştur ve yanıyordur belki. 
          Kalp uyum sağlamadıktan sonra, bedenin yaptığı her iş boş dostlarım. Çoğu insan sonbaharda çok hüzünlü, ilkbaharda çok mutlu olduğunu söyler mesela. Peki neden böyle denilir, hiç düşündünüz mü? Sonbaharda ağaç döken yaprakları, yavaşça buz kesen havayı görünce kalbimiz de buna uyum sağlar ve neşe yapraklarını dökmeye başlar, buz keser. Aslında bu  bizimle ilgilidir. Biz sonbaharda bir değişim geçiriyorsak, kalbimiz iyi yönde yenileniyorsa örneğin, o soğuk ve hüzünlü sonbahar bize ilkbahar olur mesela. Ya da kışın efkarlı soğuğunda kalbimiz birine beslediği sevgiyle sıcacık olmuştur, kalbinizde yaz güneşi vardır sanki. 
          Bazı insanlar vardır, hiç üşümezler. Şaşarız o insanlara. Bizim donduğumuz havada o hiçbir şey yapmadan rahatça dolaşıyordur. Nasıl yapıyordur bunu? Cevap çok basit; ruhunu ve kalbini ısıtmışsa o insan, hiçbir şekilde üşümez. Ya da her mevsimde üşüyen insanlar. Onlar niye üşür? Bu insanlar da genelde hassas kişilerdir. Kalpleri üşür daima, onlar da üşür bu yüzden. 
          Peki ya siz, dostlarım? Siz kalbinize hangi mevsimi yaşatıyorsunuz? 

          Var mısınız, bu kış hep birlikte yaz mevsimini yaşamaya? 

24 Kasım 2016 Perşembe

Konu: Hayat

Selam olsun sizlere okyanuslar kadar derin dostlarım...


      Son yazımdan bu yana epeyce zaman geçtiğinin farkındayım. Fakat itiraf etmem gerekirse, yazdığım son yazıdan sonra bir korku sardı beni. Ya düzgün yazamazsam? Ya düşüncelerim aktarılmaya değer şeyler değilse? İnanın bana, çok kötü bir korku bu. Kendi ruhunun çıkmaz sokaklarına hapsediyor insanı. Bir cümle yazıyorum, sonra cümlenin duygularımın çok dışına çıktığının farkına varıyorum. 
         Bu korkumun farkına vardığımda, kendime bu blogu açma amacımı hatırlatmam gerekti: Ben, güzel kalplerin yangınına su olabilmek amacıyla yazmayacak mıydım? Bu amaçla yazmak istediklerimi basit, önemsiz bir korku mu engelleyecekti? Bu düşüncem cesaret verdi bana ve başladım bu yazıyı yazmaya...
         Kış geldi, güzel dostlarım! Sevenin çok sevdiği, sevmeyenin ise hiç sevmediği mevsim... Açıkçası kış mevsimi benim için çok özel bir mevsim. Kışın sert soğuğuyla, yağan yağmurlarıyla, esen rüzgarlarıyla azimle mücadele eden yeryüzünü görünce bambaşka bir güç doluyor içime. Küçük bir parktaki ufacık bir ot bile sert rüzgara karşı mücadeleyi bırakmayıp, son ana kadar karşı koyuyorsa bizim karşımıza çıkan en ufak engelde vazgeçmemiz sizce de saçma değil mi? 
          Çoğumuz çok güçlü, çok bilge, çok zengin ya da çok iyi bir insan olmak isteriz. Bunun için çabalamaya başlarız. Sonra karşımıza ufak bir zorluk çıkar ve gerçekleştirme isteğiyle yanıp tutuştuğumuz hayalimizden vazgeçiveririz. Oysaki bu yaptığımız kadar saçma bir şey yoktur. Fark etmeyiz ama, karşılaştığımız engel çoğu zaman hedefimize ulaşmamız için bize sunulan bir basamaktır. Güçlü olmak isteriz, hayat bize yenmemiz için canavarlar gönderir. Bilge olmak isteriz, hayat bize çözmemiz için sorunlar gönderir. Zengin olmak isteriz, hayat bize fırsata çevirmemiz için krizler gönderir. İyi olmak isteriz, hayat iyiliğimizi gösterecek kötülükler gönderir. 
          Çok beğendiğim bir söz var: En karanlık gecede bile, havada parlayan bir yıldız vardır. Önemli olan bakmasını bilmektir. Ve gerçek şudur ki, gökyüzü ne kadar karanlık olursa, yıldızlar o kadar parlak olur. Hayat buna benzer, dostlar: İçine düştüğünüz durum ne kadar zor, çözülmesi güç görünüyorsa, çözüm o kadar yakınınızdadır. Önemli olan tek şey, sorun değil, çözüm arayarak bakmaktır.
          Şu üç boyutlu resimleri bilirsiniz; ilk bakışınızda resmin başka türlü görünemeyeceğini düşünürsünüz fakat daha dikkatli bakınca, gözünüze hiç fark etmediğiniz bir ayrıntı ilişir ve resim çok farklı görünür. Yaşamak da böyledir, olaylara kendinizi alıştırdığınız şekilde bakarsınız. Oysaki bazen alışkanlıkların dışına çıkmak gerekir. 
          Sevgili dostlar, ben de her zamanki alışkanlıklarımın dışına çıkıyor ve bu yazıyı kısa tutuyorum. Yazıyı biraz yersiz sonlandırmış olabilirim, kusuruma bakmayın fakat birbirine dolanıp kördüğüm olan düşüncelerden ortaya çıkabilen tek yazı bu. 

         Sevgi, umut ve güçle kalın, gece kadar sırlı dostlarım.

13 Kasım 2016 Pazar

Mavi Kırlangıç

Selam olsun sizlere güzel ruhlu dostlarım.... 

          Sıradan bir cumartesi gününün bir insanın en mutlu gününe dönüşmesinin mümkün olduğunu hiç düşünmezdim. Ama bu sabah, siz güzel kalpli insanlar, bana hayatın çok mutlu edici sürprizleri olabileceğini gösterdiniz. 
          Dostlarım, yorumlarınız bana çok büyük bir ilham kaynağı oldular. Kelimelerin yolumu kaybettirdiği bu karanlık yolda, güzel kalplerinizle bana ışık tuttunuz. 
          Bir " Teşekkür ederim, "  cümlesini bir insan, bu kadar çok duyguyla söyleyemezdi herhalde. Tek bir cümlenin içine kaç farklı anlam sığabilir? Anladım ki, basit bir cümlenin onlarca anlamı olabiliyormuş. 
          Bu herkese dost sitede, tek dostumun kendim olmadığını gösterdiniz bana. Ve en önemlisi, dünyada bir yerlerde, hala bu kadar güzel kalpli insanlar olduğunu gösterdiniz. Umudumu tazelediniz. 
          Hatırlarsanız, bir önceki yazımda demiştim ki, " Bir yazı, insanın kalbini ısıtıp yüzünde bir tebessüm bırakmadıktan sonra o yazının ne anlamı olurdu ki? " Siz, güzel kalbinizden dökülen güzel sözlerinizle kalbimi sıcacık yaptınız, yüzümden hiç silinmeyecek bir tebessüm oluşturdunuz.            
          Siz güzel ruhlu insanların önünde yapabileceğim tek şey, utançla özür dilemek. Sizin güzel ruhlarınıza dokunmaya layık kelimeler yazamadım. Sizin gönlünüzün, benim kelimelerimden çok daha fazlasını hak etmesine rağmen güzel sözlerinizle benim kalbime yol gösterdiniz.            
            Size ne kadar teşekkür etsem az, dostlar. Umudun ve sevginin bir insanı ne denli mutlu edebileceğini gösterdiniz bana. Kelimelerin formülünün bittiği yerde, duyguların başladığını öğrettiniz.            
           Bu kadar çok şey hissederken, yapabileceğim tek şey kalpten bir cümlenin içine onlarca duygu yüklemek ve sizin güzel ruhlarınıza ithaf etmek... Size çok teşekkür ederim, güneş kadar parlak dostlarım!           
            Ah, bakın neredeyse unutuyordum! " Neden mavi mürekkep? Neden mavi kırlangıç? Sende neyi çağrışım yapıyor? "  diye sordunuz. Sanırım bu soruya cevap verebilmek için, önce size mavi renginin benim için önemini anlatmaya çalışmalıyım.           
           Maviyi oldum olası çok sevmişimdir. Bakınca içimin huzur dolduğu, bana ilham veren bir renk. Zaten mavinin insan psikolojisi üzerindeki etkilerine baktığımızda, yaratıcılığın, huzurun, duygusallığın, güvenilirliğin, hayallerin ve pozitif enerjinin rengi olduğunu görüyoruz.           
          Peki neden mavi mürekkep? İlk yazımda size anlattıklarımı hatırlarsınız. Bu blogu yazmak için aylarca, yıllarca düşündüğümü söylemiştim. Bu blogu yazmaya ilk karar verip, ilk yazımın başlığını defterime attığımda, beyaz kağıdın üstündeki mürekkep, mavi mürekkepti. Mavi mürekkep benim için her şeyin başlangıcı oldu. Siteye bundan başka bir isim koymayı düşünemezdim bile.                    
          Şimdi, gelelim çok özel bir anlamı olan Mavi Kırlangıç'a. Mavi kısmını zaten biliyorsunuz, kırlangıç kısmını açıklayabilmek için size bir efsane anlatmalıyım.            
          Eski zamanlarda insanlar, kırlangıçlarla gardenyaların özel bir ilişkisi olduğuna inanıyormuş. Kırlangıçlar, gardenya çiçeğinin öz suyundan beslenir, gardenya çiçeğiyle korunur ve ömrü boyunca onunla yaşarmış. Bir kırlangıç, gardenyası olmazsa asla normal bir şekilde mutlu olamazmış. Çok geçmeden de ölürmüş.           
           Bu efsaneyi ilk duyduğumda, kendimi tam olarak o kırlangıca benzettim. Gardenyam ise, yazmaktı.            
           Ben, her insanın bir kırlangıcı ya da bir gardenyası olduğuna inanıyorum. Yapılması gereken tek şey, onu aramak. Öyle ya, bir yerlerde hep sizi bekliyor.            
          Sevgili dostlarım, bir yazının daha sonuna geldik. Size yazarken zamanın nasıl geçtiğini, kelimelerin nasıl çoğaldığını hiç anlamıyorum. Bana zamanı unutturduğunuz için teşekkür ederim. 

  Sevgi, umut ve mutlulukla kalın dostlar. 

       

12 Kasım 2016 Cumartesi

Umut Kırlangıçları

Selam olsun sizlere gece dostları...
  
          Son birkaç haftadır kalplere hitap etmesi amacıyla yazdığım tüm yazıları siliyordum. Bir eksik olduğunu hissediyordum, varlığı fark edilmeyen ancak yokluğu büyük bir sıkıntıya neden olan büyük bir eksik... Bu eksiğin yerini doldurmadığım sürece, yazdığım kelimeler içi boş mürekkepten başka bir şey olmayacaktı, size herhangi bir şey hissettirmeyecekti. Bir yazı, insanın kalbini ısıtıp yüzünde bir tebessüm bırakmadıktan sonra o yazının ne anlamı olurdu ki?
          Bu gece büyük bir kararlılıkla yeni, boş bir sayfa açtım ve eksiğin, sorunun ne olduğunu düşünmeye başladım. Çok geçmeden buldum: Sorun, fazla düşünmemdi.
          Cümlelerin toplu halde ne hissettireceğini düşünmekten çok, kelimelerin tek tek hatasız olmasına bakıyordum.  Hangi duyguyu nasıl ifade edeceği önceden belirlenmiş sözün aritmetik sağlamlıklar yığını arasında hayat nasıl görünebilirdi ki?
          Ben de bu gece vazgeçtim bundan, yazdıklarımı kontrol etmeden, kalbimden dökülenleri mürekkep olarak kağıda aktarmaya karar verdim. Kelimelere fazla takılmayacağıma dair kendime söz verdim. Sonuçta, bazen duygular, kelimelere ağır gelebiliyor, değil mi? 
          Size bunları anlatıyorum çünkü her olaydan alınacak bir ders vardır ve ben de bu olaydan dersimi aldım: Bazen her şeyi akışına bırakmak gerekir hayatta... 
          İnanın bana, dostlarım, yaşadığımız süre boyunca kendimizi o kadar çok kasıyor, geleceğimiz ya da geçmişimiz için o kadar çok endişeleniyoruz ki, çoğu zaman yaşadığımızın farkına bile varamıyoruz. 
          Muhtemelen hepimizin bildiği bir hikaye bu durumu çok güzel özetliyor. Bir çocukla babası, dağlık bir bölgede yürürken, çocuk ayağını taşa çarpar ve acı içinde bağırır: Ahh! Dağdan, Ahh! diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla " Sen kimsin? " diye bağırır fakat aldığı tek yanıt " Sen kimsin? " olur. Çocuk kızar ve " Sen bir korkaksın, " diye bağırır. Dağdan aldığı yanıt " Sen bir korkaksın,"  olur. Çocuk babasına ne olduğunu sorar ve babası, " Oğlum dikkat et, " deyip dağa " Sana hayranım, " diye seslenir. Dağdan " Sana hayranım, " şeklinde yanıt gelir. Baba oğluna bakarak açıklama yapar. " İnsanlar buna yankı derler, ama aslında bu yaşamdır. Yaşam, yaptığımız davranışların aynasıdır. Biz yaşama ne verirsek yaşam onu bize geri gönderir. " 
          Hikayeyi hatırlamışsınızdır. Ne kadar güzel ve haklı bir hikaye, değil mi? Yaşam gerçekten böyledir dostlar. Bizden ne aldıysa, onu geri verir. 
           Sürekli bir mücadele ve boğuşma halindeyiz. Biz böyle olunca, yaşam da bize sürekli mücadele edecek ve boğuşacak bir şeyler gönderiyor. Oysa ki bir akışına bıraksak her şeyi... Bütün endişelerimizin, sıkıntılarımızın yersiz olduğunu fark edeceğiz. Yaşadığımız tek bir saniye var, o da şu saniye. 
          Birkaç saniyeliğine kalp atışınızı dinlerseniz,  ne kadar belirsiz attığını göreceksiniz. Diğer saniye atıp atmayacağını bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, şu saniye atmaya devam ettiği. Yaşadığımız tek zaman, şu an. Ne geçmiş var, ne gelecek. Öyleyse neden yaşadığımız tek bir saniyeyi, yaşamadığımız anlar için üzülerek ya da endişelenerek geçiriyoruz? Sizce de saçma değil mi bu?
          Sokakta, yüzümden hiç silinmeyen bir gülümsemeyle dolaşırım genelde. İnsanlar bana garip garip bakar, kimisinin yüzünde hafif bir tebessüm oluşur, kimi neden güldüğümü anlamayarak bana kısa bir bakış atar ve önüne döner. İnsanların bu hali beni daha da çok güldürür açıkçası. Üzülürüm onlar adına. Sürekli somurtur ve mutluluğun sırrını ararlar: Oysa ki sır, dudaklarının yukarıya kıvrılmasından ibarettir!
          Sevgili dostlar, kalemimin ucu köreliyor, mürekkebim bitiyor. Kelimelerim yavaşça kayboluyor. Bir anda gelen ilham, sanırım geldiği gibi bir anda gitmeye niyetli. O yüzden, size son bir şey daha söyleyeceğim bir daha ki yazımıza kadar hoşça kalın diyeceğim: Lütfen, bu yazı öylesine okuduğunuz sıradan bir yazı olmasın. Yazdıklarımı bir kez düşünün ve sizin için doğru olduğunu düşündüğünüz şeyi yapın. 


       Sevgi, umut ve mutlulukla kalın dostlarım.

29 Ekim 2016 Cumartesi

Selam Olsun Gece Dostları

Selam olsun, gecenin karanlığına, 
Selam olsun parlayan yıldızlara,
Selam olsun uykudaki yeryüzüne...
Selam olsun gece dostlarına! 


              Uzun zamandır hayatımda bir eksik vardı. Yaşıyordum, ancak sanki kendi hayat hikayemin başrolü değil de, okuyucusuydum. Olaylara uzaktan öylece bakmakla yetiniyordum. Hissedemiyordum yaşadıklarımı. Bir eksik vardı, bir eksik: Kalbimde eksik bir duygu.
          Oturdum, gecelerce düşündüm. Neydi beni bu şekilde hayatımın izleyicisi yapan? Neydi bu başrolü elimden alan? Yıldızların parlaklığından yardım istedim, gecenin karanlığında aradım benden bile gizli sırrımı. Ve bir gece, yıldız fısıldayıverdi kulağıma sırrı: Ben, sevmiyordum.
          Yaşamayı sevmeliydi insan, uğruna yaşayacak bir şeyi olmalıydı. Yaşam sevgisini, insanlar üzerinden yansıtmalıydı. Sorunum buydu işte... Sevemiyordum. Yaşamayı seviyordum belki ama, yetmiyordu. İnsan, aynaya bakmadan nasıl göründüğünü nereden bilecekti ki? Bu da onun gibiydi. Sevgimi başka bir insan üzerinde görmüyordum, bu yüzden hissetmiyordum.
           Gönülden kopan bir teşekkür sundum yıldıza ve aramaya başladım. Bu sevgiyi nerede bulabilirdim? Ne verebilirdi bana bu güçlü duyguyu? Her arayış gibi bunun da bir sonu olacaktı elbet.  Benim arayışım da sona erdi bir gün. Aradığımı bulmuştum en sonunda: Ben sevgiyi, beyaz kağıtlara sürtünen kalemin sesinde duymuştum. 
          Yazmalıydım, sessiz çığlıklar atarak yardım isteyen kalplere bir şekilde seslenmeliydim. Yazılacak o kadar çok şey vardı ki... 
          Yazmak istedim, fakat kalemimin ucu kör oldu, dilimin ucu lal. Kalplere seslenmek ciddi ve zor bir işti ve ben buna henüz hazır değildim. Kırk fırın ekmek yemeye yolladım kendimi. Hazır etmeliydim kalbimi.
          Ölmeden ölmeliydim sessizce haykıran kalpleri anlamak için. Kendimi yakmalıydım birilerine ışık tutmak için. Hakikat yoluydu bu yol, ve bu yolda her şey mübahtı.
          Kalbimi olduğu gibi kağıtlara aktarabilmek için önce ona okumaya değecek bir şeyler doldurmalıydım ve ben de öyle yaptım: Hikayeler topladım. Okudum, konuştum, dinledim, tanıştım. Tek bir eksiğim kalmıştı artık, insanlara nasıl sesleneceğimi bilemiyordum. Yanan kalplerin bir şekilde beni duymasını sağlamalıydım ve bu kolay bir iş değildi.          
          Ben de çareyi blog yazmakta buldum. Bu herkese dost siteye kimse girmese de, ben birilerinin yangınına su olabilmek umuduyla yazıyorum dostlar. Eğer bu yazıda size hitap edildiğini hissettiyseniz, lütfen beni okumayı bırakmayın. Kim bilir, belki siz aradığınız sevgiyi ve dostluğu bu sitede bulursunuz, ben de sizi bulmanın mutluluğunu yaşarım.
          Sevgi ve umutla kalın, gece kadar sırlı, yıldızlar kadar parlak dostlarım.